26 Mayıs 2011 Perşembe

Karanlığın Hikayesi ve diğer bitkiler














Tüm göklerin en güzel yıldızlarından ikisi,
yalvarıyorlar onun gözlerine işleri olduğundan:
biz dönünceye dek siz parıldayın diye.
gözleri gökte olsaydı, yıldızlar da onun yüzünde;
utandırdı yıldızları yanaklarının parlaklığı.
gün ışığının kandili utandırdığı gibi tıpkı.
öyle parlak bir ışık çağlayanı olurdu ki gözleri gökte
gece bitti sanarak kuşlar cıvıldaşırdı.
(Romeo ve Juliet)


Bir kimseye Allah nûr vermemişse, artık o kimsenin ışık ve aydınlıktan nasibi yoktur.
(Nûr Suresi 40. Âyet)


İsa’nın yüzü güneş gibi parladı ve giysileri parlayan saf beyaz bir ışık ile bembeyaz oldu. Böylelikle İsa Mesih’te konut kurmuş olan Tanrı yüceliği kendisini açığa çıkartmış oldu.
(Yuhanna 10)



                    Işık, her zaman; saflığı, bereketi, gücü, temizliği, güzelliği ve sonsuzluğu çağrıştıracak kadar güçlüydü. "Sizin seçtiğinizden  farklı bir yol seçmiş olmam," dedi "aynı yere ulaşamayacağımız anlamına gelmez." Ve sustu. Bin yıllarca süren sessizliği, karanlık oldu. 
                    Bir günebakan hikayesidir anlattığım. Gözalabildiğine uzanan, tohum üzerine tohum dökülü, güneşin alnında kızaran o tarlalardan birinde, tek bir günebakan. Yüzünü, başak rengi saçlı o güzelim kıza dikmiş, onunla birlikte nefes alan tüm günebakanlardan en uzak olanı, serpilmeye...
                    Tüm dünyanın yükünü omuzlarında taşıyan, topraktan aldığını havaya savurup, havadan geleni toprağa döken günebakan, bir gün vazgeçmiş bütün bunlardan. Eze ezile yükselmenin, tohumlarını saça saça boy vermenin, sebebini sormuş. Onlarca yıl boyunca güneş nereye giderse onu izlemenin, o istemediği sürece kıpırdayamamasının sebebini... Sonunda sırtını dönmüş o güzel kıza ve boynunu eğip düşünmeye koyulmuş. Toprağa bastığı yerde, ayaklarının hemen dibinde bir karaltı görmüş düşüncelerinin arasında. Eğilip bir de bakmış ki, kendinin aynından bir de yerde yatıyor, renksiz. Bir başka çiçeğe dönmüş, onun da ayaklarının altında uyuyan bir eşi... 
                    Arka sıralardan bir homurdanma duydu. Hemen arkasına döndü. Kendisinden çok daha gelişmiş, büyük bir günebakan, ağzını kocaman açmış, "bu ne büyük saygısızlık! Hemen yüzünü güneşe dön ve onu izle!" diye bağırıyordu. Sessizce yere eğildi, dizlerinin üzerine çöktü ve yerde uzanan renksiz ikizinin üzerine uzandı. Dayanacak gücü kalmamıştı. 
                    Aynı yerde günler boyunca yattı. Zaman geçiyor, aylar yıllar geçtikçe etrafındaki diğer günebakanlar sessizce toprağa serilliyor, yerlerini yenileri dolduruyordu. Sessiz günebakan yerinden hiç kıpırdamamış, olduğu yerde bekliyordu. Ve bir gün, tüm sessizliğiyle, yüzünü topraktan kaldırdı. Gözlerini yıllar sonra yeniden açtığında, güneş batmıştı.
                   
                    Başını dimdik göğe doğru uzattı ve haykırdı:

                    - Toprağın üzerinde boylu boyunca uzanmış ikizimi, benden ayıran güneş! Sen ki, gökyüzünün ve yeryüzünün efendisi! Gölgeleri yaratan sen, işte bugün gibi, onları yok eden geceyle paylaşmalısın vücut bulduğun bedenimi! Yeteri kadar güneş yaratamaz dünyanın sahipleri. Gölgelerden kurtulmak için yalnız ışık değil, geceler de gerekir ve zifir rengi! Sen ki, varlığıma sebep kesildin ilk günden beri, geceleri ben yarattıysam eğer bugünkü gibi, karanlığından sen sorumlusun, beni var ettiğinden beri!

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder