30 Mayıs 2011 Pazartesi

Günce

"YAZMAYA DAİR BİR KİRLİLİK ve FUHUŞA ZORLANAN TÜMCELER..."
                      Ne zaman kendime ait olmayan bir sorunla ilgilensem elime yüzüme bulaştırırım. Genellikle böyle geçer hayatım. Böyle de geçer yani. Sorun sahibi olmaktan uzaklaştığım günlerden beridir insancıllaştım. Etoburluk gibi değil. İnsancıllar gibi de değil. Eksikliğini hissettiğim tüm değerlerin geri dönmesiyle başlayan hayal kırıklığı, gerçek olanın değerini anlaşılır kıldı. Bugün 2 Nisan 2011. 
                      Yine bir zamana dahil olmanın, belli bir ad taşıyan bir günün parçası olmanın verdiği rahatsızlıkla sesleniyorum:
                     
               Bırak beni!

Çünkü ben, dün ve bugün arasında sıkışıp kalmaktan veya yarını düşünerek yaşlanmaktan çok, parmaklarımın altında tıkırdayan şu tuşlarla ilgileniyorum. Bunu yapmaktan zevk aldığım için değil veya bunu yapmaya devam
edeceğimden de değil. Yalnız bunu yapıyor olduğum için. Az önce de kukla yapıyordum örneğin.
                   
                   
                     Baş eğmesine tahammül edebilirim diye değil. Baş eğdirebileceğimi bildiğim halde, baş eğmesine izin vermeyeceğim için HİÇ DEĞİL! Ne yaparsa yapsın diye. Zaten böyle bir büyüklük anlayışı sunulmadığına göre çocukluğumuzdan beri bizlere, benim yaptığım doğrudur herhalde. 
                     Kokuşmuş bir ezbercilik var kostümlerde. Elbise askısı gibi beyinler, tıkır tıkır ilişkiye giriyor dolomuşun camından yansıyan siluetle. Elleri nasır bağlayanlarla geriye kalanı ağ tutanlar, hepsi değilse de hepsi, açık seçik rüyadalar. Kokusuna benzin döküldü aynı rüyanın ve rengiyle mezar kazıldı. Kabus peşine kabus görürken eller yine nasır bağladı. 
                                                                                                                                                           

                    

28 Mayıs 2011 Cumartesi

Ay, gözü yaşlı bakar

                    Bir arabanın içindeki üç kişiydik. Aşktan gayrı tek bir fark yoktu insanlığımızda. Araba -ki onun farkı da buydu- duruyordu. Telaşla koşuşturan rüyalar aleminin ortasında, alışılmış her parkın ve farksızlığın kıyısında. Gidiyordu birşeyler elbette. İçinde bizim olmadığımız şeyler.                                           Herşey.
4!
                    Aşk vardı yine de park lambasında ama park artık karanlık.
                    Yürüyen üç kişiydik en az duran bir araba kadar -çünkü dünya dönüyordu ve...- gözlerimiz müziği anıyordu gecenin paladininde, yine. Çünkü eşsiz bakışıyla yüreğimize oturan nağmeler onun adına yazılır ve yoksulluğumuzu cesaretlendirirdi. 
                    Hepimiz cehennemden düşmüş, dokunulmaya muhtaç arayışlarla ilerliyor, birbirimizin nefes alış verişlerini duyuyor ve tekrar tekrar yaşadığımızı hissediyorduk. Yorgunduk ve savaşmıştık. Ellerimiz acıyordu. Kandan korkan ellerle eksik uzuvlarımızı yokluyor, var olanı korumak ne demek, aşk uğruna vazgeçeni anlayamyorduk.
                    Demek vazgeçen ben değildim...
                    Peki bu acı ne?
                    Göç sandığım aşk değil miydi?

26 Mayıs 2011 Perşembe

K'al

Y'ol

                    Otobüs tıkabasa doluydu. Aklına ilk gelen üç kelimeyse, yorgunluk. Tutunup ilerlemeye çalışıyor, sürttürmemek ve sürtülmemek için -olabildiğince- nazik davranıyordu. Durduğu yerin ter kokusunu bastıran manzara, bir genç kızın camdan yansıyan, olduğundan olgun, olduğundan fazla, olduğundan "en" görüntüsüydü. Otobüsü zıplata zıplata süren canavar, henüz şoför değildi. Titreyen görüntüsünde ellerini, yüzünü inceledi manzaranın. Dudaklarını ıslatışını, cama çarpıp yükselen bakışlarını ve gerisini. Ne kalabilirdi ki geriye? 
                    Var olduğundan haberin bile yokken seni gören gözlerin, nasıl emin olabilirsin daha fazla ayrıntıya ihtiyaç duyacağına? Olduğu kadarı yetecektir elbette. Evet yeni bir kelime. Nerede kalmıştık? 
                    Neredeyse kaçırıyordu ineceği durağı. Neredeyse geç kalacaktı, neredeyse yapması gerekenin dışında birşey yapacak, neredeyse yıkacaktı düzeni. 
                    Evet dünyanın yıkılması bu kadar kolaydır bazen. Genellikle bazen. Çünkü ne kadar bağlansak da kendi yarattığımız "şey"lere -ki onlar "şey"dir, varlıkları kendilerine ait bir farkındalık taşımazlar, yaratan ve yok eden bilinçlere ihtiyaç duyarlar- zaman, bunu haketmez. Yaratılmış olanın en kısıtlayıcı olanıdır zaman. "Değerlendirmekle ilgili bu mesele", "sen kullanmayı bilmiyorsun da ondan" gibi saçmalıklarla dolu bilinçaltımda bir temizlik yaptım. kısa sürdü. Malum, unutkanlığım... 
                    Biz'de kalmıştık. Evet, zamanı ortaya attıktan hemen sonra her alanda olduğu gibi ona bağlandık. Bazen kişilik verip suçladık, bazen derde derman olarak sunduk ve ona bıraktık. Herşeyimizi. Kendi yarattığımız dünyayı, her zamanki gibi bir başkasının ellerine bıraktık. Ve ondan değişmesini istedik. 
                    Şimdi bir kadını terk eder gibi terk ediyorum, değişmemi isteyen "şimdiki zaman"ı. Yola çıkıyorum, yeniden. Eksik olanın arayışı inancı, beni tamamlayana dek. 
                    Gelelim otobüsteki adama. Kalkıp kalabalığı eze eze kendine yol açan, etrafındaki tüm unsurları kendisi için uygun hale getirdikten sonra otobüsten inen kıza son bir bakış attı. Oturup uzun uzun düşünmeye başladı. Kimse kısa düşündüğünü kabul etmez. En düşüncesiz olanımız bile.
                    Elbette o kız değildi düşündüğü. Kız koltuğu ısıtmıştı. Camda yağlı saç izleri vardı. Yağ ve ısınmış koltuğu düşününce mangal geldi aklına, sonra mangal yürekli bir kız olsa dedi. Çok erkeksi olduğunu düşünüp, bu fikirden vazgeçti. 
Yorgunluğa devam etmeli. Ne zaman kendini toparlayacak olsa, yorulmaya hazır bir vücudu var gibi gelirdi. Hazır yorgun bir akılla, tembellik hakkını meşru kılabilirdi...

Karanlığın Hikayesi ve diğer bitkiler














Tüm göklerin en güzel yıldızlarından ikisi,
yalvarıyorlar onun gözlerine işleri olduğundan:
biz dönünceye dek siz parıldayın diye.
gözleri gökte olsaydı, yıldızlar da onun yüzünde;
utandırdı yıldızları yanaklarının parlaklığı.
gün ışığının kandili utandırdığı gibi tıpkı.
öyle parlak bir ışık çağlayanı olurdu ki gözleri gökte
gece bitti sanarak kuşlar cıvıldaşırdı.
(Romeo ve Juliet)


Bir kimseye Allah nûr vermemişse, artık o kimsenin ışık ve aydınlıktan nasibi yoktur.
(Nûr Suresi 40. Âyet)


İsa’nın yüzü güneş gibi parladı ve giysileri parlayan saf beyaz bir ışık ile bembeyaz oldu. Böylelikle İsa Mesih’te konut kurmuş olan Tanrı yüceliği kendisini açığa çıkartmış oldu.
(Yuhanna 10)



                    Işık, her zaman; saflığı, bereketi, gücü, temizliği, güzelliği ve sonsuzluğu çağrıştıracak kadar güçlüydü. "Sizin seçtiğinizden  farklı bir yol seçmiş olmam," dedi "aynı yere ulaşamayacağımız anlamına gelmez." Ve sustu. Bin yıllarca süren sessizliği, karanlık oldu. 
                    Bir günebakan hikayesidir anlattığım. Gözalabildiğine uzanan, tohum üzerine tohum dökülü, güneşin alnında kızaran o tarlalardan birinde, tek bir günebakan. Yüzünü, başak rengi saçlı o güzelim kıza dikmiş, onunla birlikte nefes alan tüm günebakanlardan en uzak olanı, serpilmeye...
                    Tüm dünyanın yükünü omuzlarında taşıyan, topraktan aldığını havaya savurup, havadan geleni toprağa döken günebakan, bir gün vazgeçmiş bütün bunlardan. Eze ezile yükselmenin, tohumlarını saça saça boy vermenin, sebebini sormuş. Onlarca yıl boyunca güneş nereye giderse onu izlemenin, o istemediği sürece kıpırdayamamasının sebebini... Sonunda sırtını dönmüş o güzel kıza ve boynunu eğip düşünmeye koyulmuş. Toprağa bastığı yerde, ayaklarının hemen dibinde bir karaltı görmüş düşüncelerinin arasında. Eğilip bir de bakmış ki, kendinin aynından bir de yerde yatıyor, renksiz. Bir başka çiçeğe dönmüş, onun da ayaklarının altında uyuyan bir eşi... 
                    Arka sıralardan bir homurdanma duydu. Hemen arkasına döndü. Kendisinden çok daha gelişmiş, büyük bir günebakan, ağzını kocaman açmış, "bu ne büyük saygısızlık! Hemen yüzünü güneşe dön ve onu izle!" diye bağırıyordu. Sessizce yere eğildi, dizlerinin üzerine çöktü ve yerde uzanan renksiz ikizinin üzerine uzandı. Dayanacak gücü kalmamıştı. 
                    Aynı yerde günler boyunca yattı. Zaman geçiyor, aylar yıllar geçtikçe etrafındaki diğer günebakanlar sessizce toprağa serilliyor, yerlerini yenileri dolduruyordu. Sessiz günebakan yerinden hiç kıpırdamamış, olduğu yerde bekliyordu. Ve bir gün, tüm sessizliğiyle, yüzünü topraktan kaldırdı. Gözlerini yıllar sonra yeniden açtığında, güneş batmıştı.
                   
                    Başını dimdik göğe doğru uzattı ve haykırdı:

                    - Toprağın üzerinde boylu boyunca uzanmış ikizimi, benden ayıran güneş! Sen ki, gökyüzünün ve yeryüzünün efendisi! Gölgeleri yaratan sen, işte bugün gibi, onları yok eden geceyle paylaşmalısın vücut bulduğun bedenimi! Yeteri kadar güneş yaratamaz dünyanın sahipleri. Gölgelerden kurtulmak için yalnız ışık değil, geceler de gerekir ve zifir rengi! Sen ki, varlığıma sebep kesildin ilk günden beri, geceleri ben yarattıysam eğer bugünkü gibi, karanlığından sen sorumlusun, beni var ettiğinden beri!